Köse Mustafa’ dan medet umacağımı hiç tahmin etmezdim. İnsan bu! Ne hallere düşeceğini önceden kim bilebilir? Allah dert verip, derman aratmasın. Denize düşen yılana sarılırmış, benimki de öyle işte.
Aslında topla aram iyi değildir. Ama o gün arkadaşlarımın ısrarına dayanamadım. Her şey iyi gidiyordu. Hatta gol bile atmıştım. Nasıl oldu anlayamadım, birden ayağım burkuluverdi. Büyük bir acı hissettim. Arkadaşlar başıma toplandı. Görünüşte bir yara bere yoktu. Üstelik ayak hareketlerini de yapabiliyordum. Ancak maçın sonunu getiremeden ayrılmak zorunda kalmıştım.
Meğer işin zor tarafı arkadaymış. Akşamleyin ağrı dayanılmaz bir hal almıştı. Ayağımın üstü ve bilek çevresi iyice şişmişti, hiç hareket ettiremiyordum. “Ayağını yükseğe kaldır” dediler, kaldırdım. “Buz torbası koy” dediler, koydum. Aspirinler, panalginler, hiç bana mısın demedi. Yattım, ama uyumak ne mümkün? Arada dalıyor, birden zonklamayla uyanıyordum. Öğrenci olup da, anne babadan uzakta hastalanmak gerçekten zor oluyor. Sabaha kadar, çocukluğumdaki hastalık anılarım gözümün önünden hiç gitmedi. Annemin her zamankinden fazla ilgisini çekmekten yaşadığım mutluluk, hastalığın zahmetini unuttururdu. O güne kadar elde edemediğim ne kadar arzum varsa, onları tek tek yaptırırdım. Bunlara kimsenin itirazı olmazdı. Annem, en sevdiğim çorbayı pişirir; en hoşlandığım oyuncağı ise, babam satın alırdı. Hastalandığımda beni götürdükleri çocuk doktorunun merdivenlerinden, babamın kucağında çıkmanın da değişik bir hazzı vardı. Ağızda bıraktığı acılığa rağmen, şurupların kırmızının değişik tonlarından oluşan renkleri ve farklı meyve aromaları hoşuma gitmez değildi, ama, onları içmemek için yine de naz yapar; anneme ne diller döktürür, ne tavizler kopartırdım. Hastalandığım gece, anneme sarılarak uyurdum. Velhasıl, hastalık, sağlıkta tatmadığım mutlulukları bana tattırırdı. Sadece bir korkum vardı: o da, doktorun bana iğne yazmasıydı. Ailemin bu şımartmalarından olacak, bugün bile hafif bir hastalansam, çevremdekilere naz yaparım. Çocukça bir tat alırım bundan. Huyumu bildiğim halde, kendimi alıkoyamam. Derken, gün ağardı. “Bir kere hastaneye ulaşsam gerisi kolay”, diyordum. “Nasıl olsa, bir çare bulunurdu. Ağrımı kesseler yeterdi”.
Bana refakat edecek oda arkadaşımın hazırlanmasını sabırsızca bekledim. Düşe kalka, yola koyulduk. Ayakkabı giyememiştim, bir terlik bulup ayağıma geçirdim. Etraftan bir gören olmasın diye, içimden dua ediyordum. Her gün geçtiğimiz yol, bu kez uzamıştı. Topallaya topallaya durağa varıp, belediye otobüsünü beklemeye başladık. Durakta bekleyen epeyce yolcu vardı. İlk otobüs hiç durmadan geçti gitti, tamamen doluydu. İkincisi durdu, yolcu indirdi, ama ön kapı açılmadı bile. Zaten istiap haddini aşmıştı. Kapının yumruklanması, işe yaramadı. Öğrencilik işte, taksi dolmuşlar var varolmasına, ama harçlığımız kıt. Derken, üçüncü otobüsün kapısı açıldı. Ancak, durakta bekleyen ne kadar yolcu varsa hücum edince, biz yine kaldık açıkta. Ah! ayağım sakat olmasaydı, ben sıramı kimselere bırakır mıydım? Ne yapar eder, o otobüse ilk önce binerdim. İnsanlar ne kadar da bencil. Ayağımda bir sakatlığım olduğu besbelli. Kimse öncelik tanımıyor. Bize, yine beklemek düştü. Fırından dumanı tüten sıcak ekmeği alır almaz elinden atan çocuk; köşede salepçinin önünde ayaküstü kahvaltı yapanlar; vitrin camını silen eczacı kalfası; ekmek parası peşinde korna seslerine aldırış etmeyip yol ortasında durup yolcu alan taksi şoförü derken, usta bir atakla gelen dördüncü otobüse binmeye muktedir olabildik. Her gün öğrenci olarak geldiğim fakülteye, bu kez hasta olarak geliyordum.
Doğruca, öğrenci işlerine gittik. Öncelikle bir sevk kağıdı almamız gerekiyordu. O güne kadar, hiç bilmezdim. Meğer, bu iş ne kadar da zormuş. Görevli memur yerinde yoktu. Sorduk soruşturduk. “Şimdi gelir, biraz bekleyin” dediler. Bazı dakikaların saat gibi geldiğini o gün daha iyi daha anladım. 15 dakika kadar sonra, bayan geldi, ama burnundan soluyordu: “Ne istiyorsunuz!”. Muayene için sevk kağıdı almak istediğimizi söyledik. Öğrenci belgemi istedi, verdik. Daktilonun tuşlarına çok sert vuruyor ve satır sonunda kolu şiddetle çeviriyordu. “Daktilo bu işkenceye nasıl dayanıyor” diye, düşünmedim değil. “Fakat devletin çok sayıda daktilosu vardır”, diyerek hemen bu saçma düşünceyi zihnimden kovdum. Ben bu düşüncelere dalmışken, bayanı kağıdı bana uzatmış bağırırken karşında buldum: “Uyuyor musun! Alsana!”, aldım. Tam çıkıyordum ki, arkadaşım kolumdan tutup: “Şefe imzalatmamız gerekir” dedi. Tecrübe başka şey…. Yan odanın kapısını hafifçe vurduk. Bayanın fırçasından sonra cesaretimiz azalmıştı. Fakat bir ses gelmiyordu. Tekrar daha kuvvetlice vurduk. Yine, ses yok. Korkumuzu yenip, kapıyı açtığımızda şef odada değildi. Eyvah! yine mi bekleyecektik? O sırada çaycı, elinde tepsi yanımızdan geçiyordu. Bizi görünce: “Şefi, daire başkanının yanında bulabilirsiniz” dedi. Sevinip yan koridorda, üzerinde Öğrenci İşleri Daire Başkanı yazan meşin kaplı kapıdan içeri girdik. Sekretere derdimizi anlattık. “Biraz bekleyin, şimdi toplantıdalar. Ben bir ara imzalatırım”, dedi. Uzun lafın kısası, bir saat sonra sevk evrakımızı şefe imzalatmış, evrak kayıttan numara alıp mühürletmiş olarak dışarıya çıkabildik. Bu öğrenci işlerinden, zaten, bütün öğrenciler şikâyetçiydi. Öğrenciye zahmet vermekten zevk mi alıyorlardı, ne? Geç de olsa, işte, başarmıştık. Artık gerisi, kolaydı. Burnu havada memurlarla işimiz bitmişti. Bundan sonra işimiz sağlık personeliyle görülecekti. Onların, halden anlayan kimseler olacaklarından kuşkum yoktu.
O yıl, ikinci sınıfta okuyordum. Fizik, kimya, biyoloji derken ilk yıl, tıbbiyeyi kazandığımızdan bir şey anlamamıştık. Bu sene ise, anatomi, fizyoloji gibi dersler başlamıştı. Kendimizi, daha şimdiden doktor gibi görüyorduk. Ara sıra hocalarımızın, “doktor bey, doktor hanım” diye hitap etmeleri çok hoşumuza gidiyor, bu kutsal mesleğin mensubu olduğumuz için gurur duyuyorduk. Dertlilere derman olacak; acıları dindirecek; kederleri teskin edecek; umutsuz insanlara teselli verecektik. Oda arkadaşım, benden iki sınıf ilerideydi. Nerede muayene olmam gerektiğini, ona danıştım. “Ortopediye gideceğiz”, dedi. Öğrenci işlerinden poliklinik binasına kadar yürümem gerekiyordu. Sona yaklaşmıştım, “oraya varınca nasıl olsa ağrım acım kalmayacak” diye düşünüp, bir gayretle yürüdüm. Ortopedi Polikliniği yazan levhanın gösterdiği tarafa yöneldiğimde, arkadaşım yine ikaz edip, “önce bu tarafa” dedi. Eliyle poliklinik sekreterliğini gösteriyordu. Doğruydu, kayıt, sıra demeden varıp doktora muayene olunmazdı. Her şeyin bir usulü, yolu yordamının olmasına bir itirazım yoktu yok olmasına, ama benim oradan oraya yürüyecek halim mi vardı? Ayağım çok ağrıyordu. Aksilik, sekreterliğin önü bugün iyice doluydu, üç sıra kuyruk olmuştu. Hele birisi çok uzundu, bina dışına kadar uzanıyordu. Bereket versin, bu bizim gireceğimiz kuyruk bu değildi. Halimize razı olduk. Sıraya girip beklemeye başladık. İşler yavaş ilerliyordu. Önceden dosyası olmayanın, yeni dosya çıkartması; dosyası olanların ise, eski dosyasını arşivden getirmeleri gerekiyordu. Ücretli hastalar paralarını vezneye yatırdıklarına dair makbuzlarını; sevkli hastalar ise, resmi yazılardan tasdiklettirdikleri evraklarını ibraz etmek zorundaydılar. Neyse, dosya çıkartma ve evrak tasdiki işlerini arkadaşım halletti. Tam önümde üç kişi kalmıştı ki, bir gürültü başladı. Sıradakiler sekreterle tartışıyorlardı. Muayene için sıranın bittiğini ve o gün başka hasta alınmayacağını anladım. Eyvah! Şimdi ne olacaktı? Tecrübe dedikleri şey, başka… Ben hemen umutsuzluğa düşmüşken, kıdemli arkadaşım, “bir yolunu buluruz elbet” dedi. Önce sekretere tıp öğrencisi olduğumuzu söyleyip yardımcı olmasını rica ettik. Ama, “Benim yapabileceğim bir şey yok. İsterseniz gidip doktorla konuşun” cevabını alınca, arkadaşım biraz beklememi isteyip vestiyere kadar gitti. Döndüğünde, beyaz önlüğü üzerindeydi. Bana da bir tane bulup getirmişti. Tavsiyesi üzerine önlüğü giydim. Kolları kısa, yakaları kirli, kimin umurunda? Önemli olan, işi usulüne uydurmak. Gidip ortopedi polikliniğindeki doktorla konuşacaktık. Poliklinik kapısını çalmaya hazırlanıyorduk ki, içeriden beyaz önlüklü birisi çıktı. Arkadaşımın, onu görünce, “Veysel Ağabey! Seni Allah gönderdi!” dediğini duyup, ümitlendim. Böyle yerlerde bir tanıdığının olması çok iyiydi. Durumumuzu anlatınca, O: “ben doktorla bir konuşayım. Herhalde sorun çıkmaz. Siz biraz bekleyin” deyip, içeriye girdi. Az sonra “diğer hastalar bittikten sonra içeri girebileceğimizi” öğrendik. Arkadaşım, poliklinik sekreterine dönüp, kaydımı yaptırdı. Tabii, bu arada baba adımı ve doğum yerimi hatırlayamadığı için fazladan bir gel git daha yapmak zorunda kalmıştı. Benim yüzümden, zaten dersinden kalmıştı. Fakat, O bunlara aldırış etmiyordu. Tek endişesi, “bu işlerin öğleden sonraya sarkması” ihtimaliydi. Çünkü, öğleden sonraları klinik uygulamalar vardı. Devamsızlık hakkı çok kısıtlı olduğundan gitmemezlik yapamazdı. Üstelik, o dersin hocası çok titiz bir adamdı. Mazeret dinlemez, bir defa mimledi mi, işin biterdi. Çünkü, stajın sonunda sözlü imtihan vardı.
Artık, muayene olabilmek için gerekli bütün işlemleri tamamlamış, poliklinik önünde sıraya girmiştik. Arkadaşım sınıfına kadar gidip gelmek üzere ayrıldı. Telaş bitip, beklemeye geçince, etrafımdakileri fark etmeye başladım. Polikliniğin önündeki manzara, tam bir trajediydi. Pencere önündeki sedyede 80-85 yaşlarında, sadece solgun yüzünü açıkta bırakan kirli bir battaniye ile üstü örtülmüş, avurtları çökük, derinleşmiş göz çukurları içerisindeki gözlerini sabit bir noktaya ölgün bakan bir hasta yatıyordu. Bankta oturan annenin kucağında, her iki bacağı V şeklinde alçıya alınmış 1-1,5 yaşlarında bir bebekhuzursuzlanıyor, anne ise sıranın kendilerine gelebileceği umuduyla fazla uzaklaşmadan çocuğu gezdiriyor, bazen de pencereden dışarıdaki “hav hav” ları, “düt düt” leri ve “psi psi” leri seyrettiriyordu. Bir diğeri ise, tekerlekli iskemlede, sıkıntıdan olacak, onlarca tel çakılmış bacağının iyileşmekte olan yara kabuklarını koparıyordu. Bunları görünce, “en iyileri benim galiba” diye düşündüm. Babam sık sık, “beterin beteri vardır, daima haline şükret” derdi.
Aslında poliklinik binası, biz öğrencilerin hemen her gün gelip geçtiğimiz bir yer. Fakat, sanki buraları ilk görüyor gibiydim. Hastanede hasta olarak bulunduğunuzda, çok farklı şeyler görüp, hissedebiliyorsunuz. İşte, dahiliye koridorunda yerlere serilip uzanmış hastalar; oturacak bir yer bulamayıp ayakta bekleyen yorgun ve ıstıraplı yüzler; psikiyatri önündeki kalabalığın arasında bir türlü sakinleştirilemeyen, devamlı çığlık atan genç kız ve endişeli, kederli, acılı bir sürü insan. Şimdiye kadar, bunları niye hiç fark etmemiştim? İnsan her gün buralarda dolaşır da, bu manzaraları nasıl olur görmezdi? Bu bir idrak kusuru muydu? Yoksa, “başkasından bana ne?” diyen bencilliğin yol açtığı bir çeşit körlük müydü? Dış dünyadan gelen sinyallerin doğru olarak algılanması için, iç gözün de açık olması gerekiyormuş demek. İnsanın zaman zaman hastalanması, hastanelere yolunun düşmesi, ona, hayatı doğru anlama, çevresinde yaşananları fark etme, daha geniş düşünme şansı verebilirdi demek. Babam, “her şeyde, bir hayır vardır” derdi.
Ben bu düşüncelere dalmışken, arkadaşım geri döndü. Poliklinik önündeki kuyruk pek azalmamıştı. İnsanlar içeriye bir önce girebilmek için neler neler yapmıyorlardı ki? Herkesin kendine göre haklı nedenleri vardı: “acelem var” “benim işim çok az” “benim hastamın durumu çok ağır” “çocuk çok sıkıldı” . . . Biz ise sakin sakin bekliyorduk. Zaten herkesten sonra gireceğimiz için, bu yarışta yoktuk. Neyse uzatmayalım, sonunda sıra bize de geldi. İçeriye girdik. Olayın üstünden, bir gün geçmişti. Ayağım iyice şişmiş, ağrıyordu. Üstüne basamıyordum. Bütün ümidim, hekimin ıstırabımı bir an önce dindirmesindeydi. Artık mutlu sona yaklaştığım için de, sevinçliydim. Bu umut ve sevinci yansıtan bir ses tonuyla selam verip, doktora derdimi anlatmak istedim. Fakat, doktor selamımı almadı. Yüzüne doğru bakınca, karşımda kaşlarını çatmış, asık yüzlü ve sabırsızlanan birisini gördüm. Sabahtan beri, çok sayıda hastaya bakmıştı, yorgundu. Biz ise, hem hesap dışı gelmiş, hem de adamın yemek saatine sarkmıştık. Sert ve bıkkın bir ses tonuyla, “geç bakalım şuraya, nasıl yaptın anlat!” dedi. O andan itibaren kendimi suçlu ve doktoru da, savcı gibi görmeye başladım, söyleyeceklerimi unuttum. Günahkar psikolojisiyle, olabildiğince çabuk, muayene masasına geçtim ve kısık bir sesle, ” ayağımı burktum” diyebildim. Ayağıma, şöyle bir baktı. Eliyle ayak bileğimi öne arkaya doğru hareket ettirince, birden karanlık içinde kaldım. Aklım başımdan çıktı. Korkunç bir ağrı yaşadım. Çok canımın yandığını anlamış olacak ki, ayağımı bırakıp, “peki peki, git bir film çektir” diyerek elime bir kağıt uzattı. Sonra da, odadan çıkıp gitti. Hatır için yapılan iş, bu kadar olurdu.
Umduğum gibi gitmiyordu. Ağrımdan kurtulmak için, daha önümde yapılması gereken işler vardı. “Acaba filim çekilmese, ya da filimden önce ağrımı azaltacak bir şeyler yapılsa olmaz mıydı?” Odada sorularımı sorabileceğim kimse yoktu? Zaten bende de, bunları dillendirecek cesaret kalmamıştı? “Madem ki ayağımı bu hale getirmiştim”, bunlara katlanmalıydım.
Poliklinik binasından çıktık. Öğle vaktiydi. Görevliler yemekte olmalıydılar. “Gidip, kantine, hem bir şeyler yiyelim, hem de vakit geçirelim” dedi, arkadaşım. Ben ise, tanıdıklara rastlamak istemiyordum. Üstelik, arkadaşımın öğleden sonra klinikte olması gerekiyordu. Ona artık gitmesini söyledim, “Ben yavaş yavaş işimi hallederim” dedim. Akşama ortopedi polikliniği önünde buluşmak üzere ayrıldık. Gidip, bir banka oturdum. Kendimi çok kötü hissediyordum. Sabahki umudumu yitirmiştim. Karamsar düşüncelere daldım. “Niye bu hallere düşmüştüm? Hangi akla uyup da top peşinde koşmuştum. Bir daha top oynamak mı? Zaten nerede kötü şeyler varsa gelip beni bulurdu”. Artık, etrafımdakileri görmüyor, onların da beni görmelerini istemiyordum. Adeta, koca dünyada yapayalnızdım.
Öğle sonrası daha mesai başlamadan röntgen bölümüne gittim. Aman Allah’ım! Durum felaketti, içerisi ağzına kadar doluydu. Bu kadar hasta varken, sıra bana gelir miydi? Sekreterliğin önündeki uzun kuyruğa ben de girdim. Saat bir olunca, sekreter geldi. Kalabalıktan zorlanınca, kızıp, söylenerek cam bölmenin arkasına geçti, kapısını kapadı. Sekreter gelince, kalabalık daha bir sıkıştı. Arkadakiler öndekileri itiyor, birbirinin önüne geçmek için yarışıyorlardı. Sekreterin ise, hiç acelesi yoktu. Sandalyesine oturdu, masasına çeki düzen verdikten sonra, telefonla birisini aradı. Bir arkadaşıyla, mesai çıkışında alış veriş için randevulaşıyorlardı. “Şekerim! Bir görsen, ağzına kadar dolu. İçeriye zor girdim, vallahi. Bizimki, çekilecek çile değil canım. Her gün bunlarla uğraşa uğraşa insanda sinir diye bir şey kalmıyor. Senin işin, iş doğrusu. Zaten müdüre söylettirdim. Yakında yanına geleceğim, bak gör. Yeter canım, 6 aydır çektiğim. Biraz da, başkaları çalışsın. Çok çalışsan ne olacak. Madalya mı veriyorlar. Zaten aldığımız ne ki? Bu paraya, burada çalıştığımıza şükretsinler. Geçen, kan almada sekreterin gözünü morartmışlar, 15 gün rapor aldı adamcağız. Bu millete yaranılmaz. Kimseye yüz vermeyeceksin. Tepene binerler sonra… Ha! Gazetede okudun mu? fakülteye eleman alınacakmış. Kardeşim de başvurdu. Bilirsin, torpil olmadan olmaz bu işler. Bakalım, birisini buluruz herhalde…….. Neyse, güzelim kusura bakma, konuşmaya bile zamanım yok. Unutma, çıkışta kantin önünde buluşuyoruz. Hoşça kal”. Nihayet konuşma bitti. Sıradakiler kayıtlarını yaptırıp, birer çağrı numarası alıyorlardı. Bana sıra geldiğinde, kağıdı uzattım. “Masrafa işletmemişsin. Damgalattırıp öyle getir” demesin mi? Haydi, sana bir iş daha… Topal ayakla resmi yazılara kadar git, röntgeni masrafa işlet, sonra tekrar dön derken saat ikiyi buldu. Bereket, bu kez röntgen sekreterinin önündeki kuyruk azalmıştı. Ben de bir numara alıp bekleme salonuna geçtim. Çok yorulmuş, çökmüş haldeydim. Bir taraftan ağrı, diğer taraftan karamsarlık dizlerimde derman bırakmamıştı. Oturacak bir yer de yoktu. Bazıları gibi yere çömelip oturmayı da kendime yakıştıramadım.
Uzatmayalım, sonunda filmim çekildi, banyo filan derken zaman iyice ilerlemişti. Tam saat beşe çeyrek kala, elimde filmim ortopedi polikliniği kapısına ulaşabildim. Çok şükür, kapıda bekleyen hasta da yoktu. Kapıyı çalıp, içeri girdim. Birisi yerleri paspaslıyordu. Doktoru sordum, “Gitti” dedi. Elimde filim, odada kalıverdim. Peki, ben şimdi ne yapacaktım? Paspas yapan adam: “Yarın gelirsin” dedi, “tahlil sonucu göstereceksen, öğleden sonra gel” diye de ekledi. Dünyam tepeme yıkılmıştı. Öfkeyle doldum. Gidip birilerini bulmak, kavga etmek istiyordum. Bu kadarı da olmazdı. Öğrencisine, bunu reva gören bir fakültede, diğer hastalara neler yapılmazdı? İnsan sağlığı bu kadar ucuz muydu? Başhekime gitmeli, olup bitenlerden haberdar etmeliydim. Burası sahipsiz değildi elbet. İçimden öfkeyle konuşurken, arkadaşım geldi. Halimden ne olup bittiğini anlamıştı, “yetişemedin mi?” dedi. “Gel acile gidelim, bir iğne filan yaptırırız, bu gece biraz rahatlarsın” diyerek kolumdan çekiyordu. Kolunu ittim, “eksik olsun!” deyip yürüdüm. Ne kadar ısrar ettiyse de, dönmedim.
Koca bir günün sonunda, derdime çare bulamadan, ağrımı olsun dindiremeden topallaya topallaya yine eve dönüyordum. Kaldığımız evin altında, bir küçük çay ocağı vardı. Birkaç emekli müdavim, devamlı burada oturur vakit geçirirlerdi. Eve giriş çıkışta, bunlarla bir kaç kelam etmeden yakayı kurtaramazdık. Tıbbiyede okuduğumuzdan olacak, bize çok ilgi gösterirlerdi. Arada sırada sağlık sorunları ortaya çıktığında, tahlil gerektiğinde kıdemli arkadaşım onlara hastanede kılavuzluk eder, ilaçlarını reçete ettirirdi. Topalladığımdan olacak, Yusuf Öğretmen uzaktan bizi fark eder etmez seslendi: “Doktor! Ne oldu, hayrola?” Kısaca olayı özetledik. “Olur mu ya doktorum? Bu işi hemen hallederiz. Sen meraklanma” demesin mi? Meraklandım, akşam vakti bu adam ne yapabilirdi? Nasıl halledecekti? O ise, hemen koluma girdi: “Gel, Köse Mustafa’ ya gidelim. Sabaha bir şeyin kalmaz”. Köse Mustafa da kimdi?
Köse Mustafa ismini, ilk kez o anda duydum. Oysa, O, şehirde tanınan birisiymiş. Akşam karanlığında, şehrin bu eski mahallesinin dar sokaklarından geçerek, yüksek duvarlarla çevrili geniş bir bahçenin kenarında, kapısı doğrudan sokağa açılan, iki katlı şirin bir eve geldik. Eve, 8-10 basamak bir merdivenden çıkılıyordu. Kapının iki yanında, iki karpuz lambanın ışığı huni şeklinde sokağa yayılıyordu. Yusuf Öğretmen iki kanatlı, oymalı ahşap kapıyı, tunçtan dökme tokmağı ile hızlı hızlı çalmaya başladı. Bense, akşam vakti adamı evinden rahatsız ettiğimizden olacak, çekingen, korkak, mahcup bir vaziyette merdivenin en alt basamağında durmuş, içimden, “Yusuf Öğretmen kapıyı çalmayı artık bıraksa” diye dua ediyordum. O, içeriden bir ses, “Geliyorum, geliyorum” diye cevap verene dek, aynı hızla çalmaya devam etti. Nihayet, başında kasket, ayağında paçaları düğmelenmiş yukarıya doğru şalvar gibi genişleyen, kalın balıksırtı kahverengi kumaştan bir pantolon, üzerinde siyah, düğmelerini saat kösteğinin çaprazladığı bir yelek olan 60-65 yaşlarında, zayıf, uzunca boylu bir adam kapıyı açıp, bizi içeriye buyur etti. Yusuf Öğretmen: “Mustafa ağabey, bu delikanlı ayağını burkmuş. Topallıyordu. Bir bak bakalım…..Öğrencidir haa!” deyip, içeri girdi. Ben, kapıda işimi halledip dönmek niyetindeydim. Geç vakit, habersiz, adamın evine bir yabancı olarak girmekten sıkılıyordum. “Şurada bir baktıralım” diyecek oldum, ama ev sahibi: “Geç delikanlı, geç. Çekinme dost evidir” dedi, Başka çare yoktu. Ezilip, büzülerek içeri girdim. Bizi aldıkları oda, çepeçevre alçak sedirlerle çevriliydi. Arkaya halı yüzlü saman yastıklar döşenmişti. Sedir üzerinde, değişik canlı renklerden yol yol işlenmiş kilimler; yerde ise, vişne kırmızısı ile mor-lacivert karışımı koyu renklerin hakim olduğu bir halı seriliydi. Pencereler küçüktü. Perdeler ilgimi çekti: pencereye değil, her bir cama ayrı ayrı asılmıştı, el işine benziyorlardı. Duvarda gömülü ahşap dolabın raflarında ciltleri yıpranmış bir iki kitap ile bir kaç bakır sahan dikkat çekiyordu. Duvarda pala bıyıklı, zayıf çehreli, kasketli orta yaşlı bir adamın soluk, yıpranmış fotoğrafını taşıyan çerçeve asılıydı. Ben sedire usulca iliştim. Köse Mustafa tedirginliğimi fark etmiş olacak, bana seslendi: “Delikanlı rahat otur, dost evidir dedik ya!” Anlaşılan, Yusuf Öğretmenin, Köse Mustafa’yla arası iyiydi. Hal hatır sorma ve hoş geldin faslı bittikten sonra, adam yanıma gelip, ayağımı sedir üzerine koymamı istedi. Bu arada kendisi de, bana yardım ediyordu. Karşıma oturdu. “Nasıl oldu? Anlat bakalım” dedi. Ben olayı kısaca aktardım. O ise, bir taraftan ayağımı yokluyor, bir taraftan da sorular sorup beni konuşturuyordu: “Nerede okuyordum? Nereliydim? Bu mahallede mi kalıyordum? Neden şimdiye kadar tanışmamıştık? Bu şehri, bu mahalleyi sevmiş miydim?” derken ayağımı bıraktı. Hep, ani bir hareketle canım yanacak korkusu içindeydim. Ayağımı bırakınca birden rahatladım. Anlamış olacak ki, “Delikanlı çok korkmuş ” dedi. Doğruydu, korkmuştum, üzülmüştüm, kızmıştım, küsmüştüm. Pek çok duyguyu kısa sürede yaşamıştım, dünden beri. Şimdi de öyleydim. Neyle karşılaşacağımı bile bilmeden, buraya getirilmiştim. Bir taraftan, tıp öğrencisi olarak böyle bir adamdan çare umar duruma düşmenin utanç ve isyanını yaşıyordum, diğer taraftan 24 saat süren ağrı ve ıstırabımı dindirememenin çaresizliği, kızgınlığı ve umutsuzluğunu… Adam, odadan çıktı. Yusuf Öğretmen bana, adamı anlatmaya başladı: “Köse Mustafa’yı bütün memleket tanırdı. Çok meşhur bir adamdı. Her yerden hasta getirilir, gündüzleri evinin önü ana-baba günü olurdu. Bütün hüneri babasından almıştı. Kırık-çıkık ne ise, eliyle hemen bulur, sarar sarmalar, yerine yerleştirirdi. Gelip şifa bulmayan yoktu”. Bu arada, Köse Mustafa elinde bir kavanoz ve bez parçalarıyla odaya geri döndü. Kavanozdaki macunu, ayağıma sürüp, ovuşturarak bezle sıkıca sardı. Sonra bana dönüp, “Yarın sabaha şişlik kalmaz. Bu akşam ayağını yüksekte tut. Merak etme kırık çıkık yok” deyip kapıya doğru seslendi: “Kızım kahveler nerede kaldı?” Ayrılırken adama teşekkür edip, “Borcumuz ne?” diye sordum. Hoş, yanımda fazla param da yoktu ama… Köse Mustafa, “Öğrencisin dediler ya!” deyiverdi. “Sen, doktor olacaksın. Gariplere, fakirlere ücretsiz bakarsın. Böylece ödeşiriz”. İşte, şimdi bütün duygularım alt üst olmuştu. Bir taraftan hayranlık, saygı, minnet; diğer taraftan kızgınlık, isyan, kabullenememe arasında gidip geliyordum.
İşte o gece karar verdim. Eğer Doktor olursam, hastalarıma en az Köse Mustafa kadar yakın olacak, dostça davranacak, her kapımı çalanın işini görmeye çalışacak ve her ıstıraplı yüreğin acısını dindirmeye gayret edecektim. Hastalarını Köse Mustafa’lara muhtaç etmeyecek iyi bir hekim olmak için gerekli dersi, yine Köse Mustafa’dan almıştım. Bugün kapımda ne zaman çekingen, korkmuş, tedirgin bir hasta görsem; bu yaşadığım, hemen gözlerimin önüne gelir.