Virüs bizimle birlikte yaşamak ister
Virüsün amacı bizi öldürmek değil, aslında. Çünkü biz ölürsek, taşıdığımız virüsler de ölür. Virüsün amacı yaşam döngüsünü sürdürmek. Yani yeni duyarlı hücreler bulup enfekte etmek ve onların alt yapısını kullanarak çoğalmak. Çünkü virüsler, sadece genetik dizilimden ibaret varlıklardır. Çoğalmaları için gerekli enerji ve ortamı, bir canlının hücresine girip onun organellerini kullanarak gerçekleştirirler. Virüs tarafından ele geçirilen hücre, artık tüm alt yapısını virüsün kontrolüne kaptırır ve virüse hizmet etmeye başlar. Virüs yaşayabilmek, çoğalabilmek için bu hücreye ve hücredeki yaşamın devamına muhtaçtır. Dolayısıyla, virüsün hücreyi ve canlıyı öldürmesi, kendi aleyhine bir durumdur. O işgal ettiği hücre ve canlı ile birlikte yaşamak ister.
Bizi öldüren kendi bağışıklık sistemimiz
Virüsün vücudumuzda bazı hücrelere girip orada çoğalmaya başlaması ve giderek daha fazla hücreyi işgal etmesi süreci, hastalığın ilk aşaması olup “replikasyon” dönemidir. Enfeksiyonun bu erken döneminde antviral ilaçlar, yani virüsü öldüren, yok eden ilaçlar daha fazla etkilidir.
Ne var ki, enfeksiyon ilerledikçe, vücudumuzu savunmakla görevli bağışıklık sistemimiz devreye girer. Virüsün işgal ettiği hücrelerimize saldırarak virüsü ve enfeksiyonu durdurmaya çalışır. Bu çaba, zamanla büyüyerek kontrolden çıkabilir ve bir terminatör işlevine dönüşerek, bize zarar vermeye başlar. Buna MAS (Makrofaj Aktivasyon Sendromu) diyoruz. İşte sitokin fırtınası olarak, ekranlarda bilim insanlarının dile getirdiği süreç, aslında bu aşamadaki olayları tanımlar. Yani bağışıklık sistemimiz, elinin altında bulunan tüm mühimmatla hedefe ateş etmeye başlar, yani tüm düğmelerin birden basıldığı bir panik dönemi yaşanır. İşte genellikle ölüm, bu dönemi takiben ortaya çıkar. Yani, bizi öldüren virüs değildir. Virüsü öldüreyim derken, bağışıklık sistemimiz bizi öldürür. Onun için bu aşamada pandemi günlerinde sözü edilen deksametazon gibi kortizon veya tosilizumab gibi immün sistemi baskılayan ilaçlar tedavide kullanılır. Yani bağışıklık sistemimizi baskılayarak yaşamaya, kendimizi bağışıklık sistemimizden korumaya çalışırız.
Covid 19’a neden olan SARS-CoV-2 virüsüyle enfekte olan kişilerde, görünümün farklı olması; bazılarının hiç semptom vermeden enfeksiyonu geçirirken, diğer bazılarının hafif, orta ya da çok ağır tabloda seyretmesi; bazılarında ölümcül olması da, muhtemelen bağışıklık sisteminin verdiği tepkilerin farklılığına bağlıdır.
Dinazorların yok olduğu dünyada virüsler mutasyona uğrayarak hayatta kalmışlardır
Virüs, bizi doğrudan öldürmez, ama bu süreci tetikleyerek ölümümüze sebep olur. Zaman içinde virüsler organizmada bu tür yıkıcı süreçleri tetiklemeden yaşamayı öğrenirler, yani mutasyon geçirirler. Örneğin insan corona virüsleri bizi hasta eder, ama öldürmez, sürekli mevsimsel döngüye evrilerek bizimle birlikte yaşamlarını sürdürürler. Bu şekilde vücudumuzda bizimle yaşayıp giden çok sayıda farklı virüs türü vardır. Pandemiye neden olan SARS-CoV-2 virüsünün de bu şekilde evrilmesi, olası senaryolardan birisidir. Bilim insanlarının virüsün mutasyon geçirerek hastalık yapma potansiyelini kaybedeceğine dönük iyimser beklentilerinin altında yatan gerçeklik budur.
SARS-CoV-2’nin son günlerde gündemimize giren VUI202012/01 varyantının, özellikle N501y mutasyonu ile hücreye girmek için reseptöre bağlanma gücünün arttığını biliyoruz. Bu özelliğin virüsün toplumda yayılma, bulaşma hızını artırması ve bu varyanta avantaj sağlayarak dolaşan virüslerin giderek bu varyanta dönüşmesi olasılığı, tüm dünyayı alarma geçirmiş bulunuyor. Eğer bu özellik yanında virüsün hastalık yapma potansiyeli değişmediyse daha çok bulaşma, daha fazla hasta, daha fazla ölümle sonuçlanacaktır (kötü senaryo). Eğer pandeminin başladığından bu yana dile getirilen/beklenilen iyi senaryo işler ve virüs daha çok bulaşan, ama daha az hastalandıran bir forma dönüşürse; o zaman nezle, soğul algınlığı gibi sıradan bir hastalığa dönüşebilir.
Kuşkusuz SARS-CoV-2 gibi RNA virüsleri çok sık mutasyon geçirirler. Bu mutasyonlar rastlantısal olarak ortaya çıkar ve bir amaca dönük planlı değişimler değildir. Ne var ki, hayatta kalmasına yarayacak yöndeki mutasyona uğrayan virüsler, diğerlerinin arasından seçilerek öne çıkarlar. Bir süre sonra, ortam tümüyle bunlara kalır. Koca dinazorların yok olduğu dünyamızda, virüsler, sahip oldukları bu sürekli değişim özellikleriyle varlıklarını sürdürmeyi ve değişen yaşam koşullarına uyumu başarmışlardır.
Doğayla uyum içinde yaşamayı virüslerden öğrenmeliyiz
Bize düşen ise: virüsler gibi Covid 19 sonrası değişen oyunun kurallarına göre yaşam biçimimizi yeniden kurgulamayı başarabilmektir. Hala eski ezberlerimizi tekrarlar, bu salgın yokmuş gibi davranmaya devam edersek akıbetimizin dinazorlar gibi olması sürpriz değildir. Nasıl ki, içinde yaşadıkları canlıyı öldürmeden onunla simbiyotik bir yaşam sürmeyi öğrenen virüsler, diğerlerinin arasından seçilip hayatta kalabiliyorsa; biz de içinde yaşadığımız yerküremize zarar vermeden, doğayla uyumlu bir yaşam biçimi geliştirerek hayatta kalabiliriz. Bunu virüslerden öğrenmeliyiz.